Her yere koşup, hiçbir yere yetişemediğimi fark ettiğim anda aniden durdum, avcının ışığıyla donup kalan dağ tavşanı misali hareketsiz kaldım. Zamanın yanımdan hızla geçip gittiğini rüzgarından anladım. Kolumdaki saate baktım, durmuştu, kim bilir ne kadar zaman önce bozulmuştu?
Zamanın anlamsızlığını biliyordum ama sevmediğim bir şarkının nakaratı gibi dilime dolamış yanımda gezdiriyordum. Bir saat takmayı, birde yağmurda şemsiye taşıyıp ıslanmamayı öğrenemedim. 'Eririm, çünkü çok şekerim' iddialarında değilim tabi ama milletin gözüne sokma tedirginliğini iliklerimde hissetmek niyetinde de değilim.
Yağmurlarda gök yüzüyüm, üzerine düşen su damlasının yeşerttiği tohum değil. Kırk ikindi yağmurları mesela, gökyüzünün öfkesi gibi gelir bana...Kırk gün ikindileri, gürül gürül tükürüyor yüzümüzü de Yarabbi şükür diyoruz, gözlerinden çıkan ateş belki de gözümüzü alan şimşekleri...Bilmiyoruz...
Zamanın en büyük görevi unutturmak mı? Yaraları sarıp sarmalayıp zamanın kucağına bırakıp, zamanla geçer diyoruz, aslında zaman yaraları besliyor, semizlenmiş yaralar takvim yapraklarıyla oynayabilecek kadar büyüdüğünde aniden olmadık yerde benzer bir sızı,bir acı ile çıka geliyor, yıllar önce bir şişe içinde rastgele bir sahilden bırakılmış bilmediğimiz dilde yazılmış bir mektup gibi yabancı, ayrı dağlardaki aynı kar gibi tanıdık...Yenileri severiz ama acının eskisi makbuldür.
İlki tecrübedir, ikincisi yıkım...
Bilmiyor musun?O zaman bekle, zamanla öğreneceksin...
...azazine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder